Osmanlı Devletinin Temel Özellikleri
Osmanlı Şeceresi
Osmanlıların soyuyla ilgili olan kaynakların coğu efsaneler icerir. Çünkü ilk döneme ilişkin yazılı kaynaklar günümüze ulaşmamıştır. Genellikle bu tur kaynakların ilk örnekleri II.Murat zamanında görünür. Bu türden efsanelerin çoğunda, Osmanlı hanedanının “Nuh-Yafes-Türk-Oğuz Han”a dayandırıldığı görülebilir.
Buna gore Osmanlılar; Oğuz Han’ın 6 oğlundan Gun Han’a ve onun soyundan gelen Kayılara dayanıyordu. Fakat bazı kaynaklar Gün Han yerine Gök Han’ı kullanır.
Türk geleneğine göre bir “meşrulaştırma” arayışının yanı sıra, İslami köklere referanslar gönderildiği de görülmektedir. Mesela, Enveri, Oğuz Kağan’ın, bir Oğuz reisinin kızıyla, bir sahabenin oğlu olduğunu ifade eder. Gercekte, butun bunlar efsanelerden ibarettir. Tarihsel kanıtlarla bildiğimiz Osman Gazi’nin babasının Ertuğrul Gazi olduğudur. Ama Ertuğrul Gazi’nin babasının Süleyman Sah olup olmadığı dahi tam olarak bilinmemektedir. Nehri geçerken boğulduğu (mezarı Caber Kalesi’ndedir) doğru mudur? Kesin kanıtlarımız yok. Mesela, 1450-80 yıllarına ait Şükrullah, Aşıkpasazade, Bayati ve Oruç Bey gibi tarihçiler Süleyman Sah hikayesini anlatırlar. Ama Ahmedi gibi kaynaklarda Ertuğrul’un babası Gündüz Alp olarak anılır. Nesri tarihinde ise bu iki versiyonun birden varlığından soz edilmektedir.
Bu kroniklerde ayrıca Osmanlıların ilk günden itibaren Sünni Müslüman olduklarına vurgu yapılır. Mesela Bayati’nin 1481 tarihli kitabında bir yandan Osmanlıların Oğuz Han’ın torunu olduğunu belirtirken, bir yandan da Hz. İbrahim zamanından beri “doğru yolu” takip etmiş, tek tanrıya inanan Sünni Müslümanlar olduklarını vurgular.
Rüya motifleri:
Bu “meşruiyet” kazandırma çabaları içinde rüyalarla ilgili hikâyelerin önemli bir yeri vardır. Bazı kaynakların Ertuğrul Gazi’ye bazılarının ise Osman Gazi’ye atfettiği bir hikâyeye göre; Kayı aşiretinin lideri, bir şeyhin (Seyh Edebali) evinde Kuran’a duyduğu saygıdan dolayı uyuyamamış, ama uykuya dalınca da rüyasında hilalin şeyhin göğsünden kendi göğsüne girdiğini, daha sonra göğsünden büyük bir çınar ağacının çıktığını görmüştür. Rüyayı şeyhe anlatınca, Edebali, onu kızıyla evlendirmiştir.
Osmanlı Devlet İdaresinde Sünni İslâm’ın Rolü
Osmanlılar dısarıya karsı siyaset izlerken kullandıkları dinsel kavramların buyuk bolumunu, donemin uluslararası konjonkturunu dikkate alarak yapmaktaydılar. Temel kavramları (Gaza, cihat, gazilik) bu sartları goz onunde bulundurarak yorumladılar.
Mesela, XVI. yuzyılın basında Đran’da Sii Safevi hanedanı iktidara geldiğinde (1502) ve Osmanlı topraklarında propaganda faaliyetlerini artırdığında, Osmanlılar da karsı propagandaya gectiler. Bu cercevede, zaman zaman Safevilerin “kafir” olduğunu soyleyenler bile coktı. Bu yapılırken “Gaza” nın kapsamı Safevileri de icine alacak bicimde genisletildi. 1549’da Seyhulislam Ebu Suud Efendi’nin bir fetvasıyla Safevilere karsı savas “gazaların en buyuğu ve bu yolda olenlerin sehitliğin en yuksek mertebesine ulastığı” tescil edildi.
Tabii, Osmanlı’nın Sunni Đslam’ın savunuculuğunu ustlenmesinde bir onemli etken de, Mısır’ın fethiyle birlikte, kutsal emanetlerin Đstanbul’a getirilmesi ve yaygın bir inanısa gore, son Halifenin, hilafet makamını Osmanlı sultanına devretmesidir. Bunun bir devirle olmadığını, hatta XVIII. yuzyıl sonuna kadar Osmanlı hukumdarlarının halife unvanını kullanmadıklarını soyleyenler olsa da, daha XVI. yuzyıldan itibaren, Osmanlı sultanları icin cesitli kaynaklarda “halife” unvanının kullanıldığı gozlenebilir. Fakat, hilafetin bir politika, ozellikle de dıs politika aracı haline getirilmesi ise Osmanlı Devleti’nin son yuzyılında soz konusu olacaktır. İslam’a verilen referanslar Osmanlı hanedanın ve devletine, diğer devletler ve tebaa uzerindeki mesruiyetini artırmak, icin devletin en guclu olduğu XVI. yuzyılda da sıklıkla kullanılmıstır. Ancak XIV. ve XV. yuzyıllardan farklı olarak artık avami sayılan ruyalara atıflar yapılmıyor, donemin tarihcileri, ulemanın gayretleriyle daha bilimsel temellere ulasılıyordu. Mesela Lutfi Pasa 1540’larda yazdığı Tevarih-i Al-i Osman’da, Kutub-u Sitte’den (Altı Hadis kitabı) Ebu Davud’un Hadis kitabında yer alan bir hadise yer vermektedir. Buna gore, “Her yuzyılın basında Yuce Allah, cemaate imanı ve hukumranlığı yenileyecek bir müceddid (yenileyici) gonderecektir.” Lutfi Pasa bu hadisten hareketle, putperest Moğolların 1200’lerde Anadolu’yu istilasından sonra Osmanlıların İslam’ı ihya ettiğini, Hicri IX. yuzyılda Celebi Mehmed’in Timur istilasından sonra aynı seyi yaptığını, XVI. yuzyılda da Yavuz Sultan Selim’in Safevilere karsı dini koruduğunu ifade etmistir.
Dolayısıyla hadiste gecen mücedditlerin Osmanlı sultanları olduğunu belirterek, Osmanlılara bir kutsiyet atfetmiştir.
Benzer seyleri XVI. yuzyıl sonu ve XVII. yüzyılın basında Hoca Sadettin Efendi de Tacit’ut Tevarih’de belirtmistir.
Meşrulaştırmada Lakapların Kullanılması
Osmanlı hükümdarı icin kullanılan lakaplarda (elkab), onun genel olarak Turk ve Đslam tarihindeki yeri ve mesruiyeti ile yabancı devletlerle iliksilerde neden “ustun bir konumda” olduğu vurgulanmaktadır.
1- Halife-i Rabbülalemin (İki alemin rabbinin halifesi)
2- Varis-i Hilafet ül Kübra (Hz. Muhammed’in haleflerinin varisi)
3- Zillullah-ı zelil-i ala kaffeti’l umem (Bütün insanları koruyan Allah’ın gölgesi)
4- Mahzar-ı Kelimetullah-ı Ulya (İlahi iradenin tecelli aracı)
5- Mucahidin-i Fisebilillah (Allah yolunda cihad eden)
6- Kahir’ul Kurum-u Sultan’ül-Arab ve’l-Acem ve’r-Rum (Romalıların, Acemlerin, Arapların Sultanı, Hükümdarların fatihi)
Cihan hakimiyeti iddiasında bulunmak icin bu tur lakabların kullanılmasının gerekliliğine inanıldığı gibi, Avrupa devletlerinin hukumdarları icin de, yazısmalarda, bunlara benzer tabirler kullanıldığı gorulmektedir. Elkab kullanımı, Klasik diplomatik yazısma tekniğinin onemli bir parcası haline gelmistir.
Saltanatın El Değiştirme Yolları
Osmanlılarda saltanat ve verasetin nasıl olacağına dair bir kanun 1876’ya kadar yoktu. 1876 kanunuyla hanedanın en yaşlı kişisinin hakanlığı kabul edildi. Ancak tabii ki, bu konuda bazı teamüller oluşmuştu. Eski Türk hükümdarlık anlayışına göre hakimiyetin kökeni Tanrı’ydı. Osmanlının ilk döneminde de bu anlayışı görüyoruz. “Hakkaniyet Allah’ın lütuf ve inayetiyle bir sahsa verilir”. Ancak uygulamada, fiilen hâkimiyeti eline geçiren bu lütuf ve inayete ulaşmış sayılıyordu.
Fatih (I. Mehmet) Kanunnamesi’nde “evladımdan her kimse saltanat müyesser ola” deniyordu. Yani kimin sultan olacağı, hangi sıranın takip edileceği belirtilmiyordu. Bu durumda genellikle, şehzadeler arasında bir mücadele kaçınılmaz olmaktaydı.
Yine de, teamül en büyük oğlun padişah olmasıydı. Bazen, padişah henüz sağken en büyük oğula sınır kuvvetlerinin komutası verilirdi. (Çünkü en büyük askeri kuvvet ilk devirlerde sınır boylarındaydı). Bu durumu, en büyük oğulun babasını tahttan indirmesini engellemek için mümkün olduğunca başkentten uzak tutulmasıyla izah edenler de vardır.
Daha sonraki yıllarda Kapıkulu sistemi geliştikçe, en büyük oğulun başkente yakın bir yere atanması usulüne geçildi. XVI. yüzyıl sonlarında şehzadelerin vali veya sancak beyi olarak şehirlere gönderilmesinden vazgeçildi. Çünkü bu taht mücadelelerine, ic savaşa yol acıyordu.
Tüm şehzadeler sarayda tutulmaya başlandı. Bu ise kadınların ve yeniçerilerin de, zaman zaman taraf oldukları, “saray entrikalarının” doğmasına yol actı.
Kardeş Katli
Yıldırım Beyazid zamanından itibaren, Sultan’ın bir ic savası önlemek için kardeşlerini ortadan kaldırması bir teamül haline geldi. I. Mehmet bunu Kanunname’sine koydu ve “nizam-ı alem icin ulema da bunu tecviz etti” (onay verdi). Eski Türk devletlerinde olduğu gibi ülkenin kardeşler arasında paylaşılması (üleşme) adeti Osmanlı’da yoktur. 1422’de II. Murat ve kardeşi Mustafa, 1481’de II. Beyazid ve kardeşi Cem arasında bu tur bir paylaşma gündeme geldiyse de, askeri bürokrasi tarafından şiddetle reddedildi.
1617’ye kadar saltanat babadan oğula geçti. (tahta gecen sultan kardeşlerini bir şekilde bertaraf ediyor. Kendi oğullarının önünü acıyordu) 1617’den sonra ise Sultan Mustafa’nın tahta geçirilmesiyle, hanedanın en yaslı erkek üyesinin tahta geçmesi adeti yerleşti.
Padişah ve Tebaası
Osmanlı Devleti, Türk adetlerini ve Batı, özellikle Roma ve Bizans usullerini yönetim tarzında zaman zaman benimsemişse de devletin ana ekseni İslam hukuku etrafında dönmektedir. Son derece sade bir bicimde padişah ve tebaanın durumu, “İslam topluluğu (ümmet) ve onun basında şeriatı uygulamakla görevli imam” biçiminde açıklanabilir.Teoride;
a)Osmanlı toplumunda Müslümanlar eşittir.
b)Şeriat, ırk ve sınıf ayrılıkları yoktur.
c)Tüm tebaa “Müslümanları Allah yoluna sevk eden sultana” mutlak itaat etmek zorundadır.
d)Sultan’ın temel görevi tebaası arasında “adaleti” tesis etmektir. Padişah kimsenin zulüm yapmasına izin vermemelidir.
Osmanlı sultanının, özellikle XIX. yüzyıla kadar (Tanzimat) otoritesi mutlaktır. Padişah istediği gibi “yüksektekileri alçaltır; alçaktakileri yükseltir”. “Tanrı’nın zatına mahsus mutlak otorite sıfatı onda tezahur eder”.
Tebaa yönetenler (Askeri) ve yönetilenler (Reaya) olarak ikiye ayrılır.
Askeri (Seyfiyye / Kapıkulu): Padisahın sahsına bağlıdır. 1-Padişah, 2-Tımar sahipleri (seyfiyeye), 3-Ulema (ilmiye), 4-Bürokrasi (kalemiyye)
Reaya(Raiyyet rüsumuna tabi olanlar); 1.Vergi verenler, 2-Ciftci, 3-Koylu, -Zanaatkâr, 4-Esnaf’tan oluşmaktaydı.
Yönetim İlkeleri:
Osmanlı Devlet yönetimi iki görüsün karma bicimde birleştirilmesinden oluşmuştur.
1-“Yöneten-yönetilen ayrımı ve adaletin sağlanması devletin ali menfaati içindir Padişah mülkün sahibidir. Hazine, asker, reaya onundur. İstediği gibi tasarruf eder. Gaye devletin bekasıdır”.
2-“Gaye hukukun / seriatın uygulaması, adaletin sağlanmasıdır. Siyasi otorite ancak Allah’ın emirlerini uygulamak icin vardır”.
Dönemsel olarak bunlardan biri veya öteki on plana çıkmıştır. Ama genellikle devletin mutlak otoritesi ile şeriatın hâkimiyet ilkeleri uzlaştırılmıştır. Dolayısıyla şeriatı temsil eden ulema ile devleti temsil eden ümera (komutanlar) padişahın sahsında birleşmiştir. Bu nedenle Osmanlı’da, İran benzeri bir mollalar sınıfı (Hıristiyanlıktaki ruhban gibi) yoktur. Sünni İslam’ın resmi olarak benimsenmiş olması da, siyasi gücü de olan bir dini sınıfın varlığını engellemiştir.
Osmanlı devlet sisteminin temelinde, ulema, ümera ve bürokrasinin işbirliği yatar. Bu işbirliği aksadıkça, yönetim de bozulacaktır. Veziriazam hem ulemanın hem ümeranın basıdır. Hâlbuki Osmanlı’da önceleri askeri otoriteyi beylerbeyi, sivil otoriteyi vezir temsil ediyordu.
Neden Örfi Hukuk?
Osmanlı Devleti’nin dış iliksilerinde de sıklıkla göreceğiniz gibi, Padişah bazen (ve bazı padişahlar döneminde sıklıkla) şeriat dışına çıkmıştır. Bu sayede, düşmanla (Kâfirler) sürekli sınırdaş olan devletin mutlak otoritesini güçlendirmeye çalışmıştır.
Örf, “hükümdarın toplumun genel iyiliği için, şeriatın dışında sırf kendi iradesine dayanarak çıkardığı kanunları” ifade eder. Buna Latince’de “principis” denir. Bunu, halkın kullandığı anlamda örf ve adetle karıştırmamak gerekir. Sultan isterse halkın örf ve adetlerini kanun düzeyine çıkarabilir, ama isterse kendi örfünü (Orf-i Sultani) koyar.
İslam hukuku içinde örfin yeri tartışmalıdır. İbn-i Haldun dâhil bir kısım önemli isim, örfi hukuku gayrimeşru sayarlar. “Her şey şeriat içinde halledilmelidir”. Bir kısım ulemaya göreyse, şeriatın dışında kalan meselelerde, şeriatın cevaz verdiği ölçüde örf tatbik edilebilir.
Türk-Moğol geleneğinde örfün yeri çok eskiye dayanır. Eski Türk hakanları Töre koyarlardı. Cengiz Han meşhur Yasa’yı hazırlatmıştır. Cengiz’in Müslüman olan halefleri bile Yasa’ya uymuşlardır. Ama bu durum Yasa’yı savunan ümera ile Şeriat’ı savunan ulema arasında Selçuklu döneminde rekabete yol açmıştır.
İlhanlılarda, Akkoyunlularda, Osmanlıların ilk döneminde hükümdarın doğrudan kendi iradesiyle koyduğu çok sayıda yasa ve yasakname vardı. Tabii örfi hukuk ve ser’i hukuk birlikte yer alınca Osmanlı’da (Selçuklu ve İran geleneğinden intikal eden) devlete (yönetenlere) mensup sınıfları yargılayan kadı askerlik (kazaskerlik) müessesesi kuruldu. Sıradan halk ise ser’i hukuku uygulayan kadılara gidiyordu.
Osmanlı devletinin başlangıcından itibaren, devlet yönetiminde örfi hukukun varlığına aşağıdaki örnekler verilebilir:
1- Osman Gazi’nin pazarda baç vergisi almasının dayanağı şeriat değil, töredir.
2- Orhan Gazi’nin şeriata değil töreye dayandığını yazan kaynaklar vardır.
3- Yıldırım Bayezid’in pek çok konuda kendi basına kanun koyması ve bu nedenle ulemadan Molla Fenari ile tartışmaları; yine Bayezid’in tamamen örfi yöntemlerle kul sistemini, topraklarının kayıtlarının tutulması yöntemini uygulamaya koymasıdır. Ancak, 1416 Şeyh Bedrettin hareketi sırasında, Osmanlı yönetimi, hukukun örfi karakterini ilk kez yoğun bicimde ser’i unsurlarla guclendirmistir.
4- I. Mehmet İstanbul’u fethinden sonra elde ettiği sınırsız otoriteyle merkezi bir imparatorluğu kesin olarak kurmuştur. Devlet teşkilatında yaptığı yeniliklerle örfi hukuku yine öne çıkarmıştır. Padişahların yaptığı kanunlar, verdiği beratlar ancak kendi dönemlerinde geçerliyken, Fatih kanunnamesinde bu maddelerin “atalardan” geldiği ve ebediyete kadar uygulanacağı ifade edilmekteydi. Yani Fatih kendisini kanun koyucu yerine koyarak tüm varislerini ve haleflerini bağlamaktaydı. Son olarak, örfi hukuk gayrimüslimlerden intikal eden bazı kanunları da içermektedir.
Osmanlı Devleti fethettiği yerlerdeki halkı hem ser’i hem de alışageldikleri usullere göre yönetmiştir. Bu durum en çarpıcı bicimde Hıristiyanlardan alınan vergilerde görülmektedir. Mesela, sadece Hıristiyan tebaanın ödeyeceği vergiler vardır. Bunlar ser’i değildir ama kanun haline gelmiştir:
İspence: Hıristiyanlardan alınan cift resmi. Sarap ve Domuz vergileri.
Gerdek Resmi:Evlenirken verilen vergi (feodal adetlerden miras kalmıs).
Cerime: Kanuna gore bir suc karsılığı olmadan verilen ceza (para cezası).
Bac/Bac-ı buzurk : Yol vergisi
Osmanlı ceza hukukunda da, kısas, diyet gibi ser’i esaslar yanında, şeriatça tayin ve tespit edilmeyen ta’zir cezaları vardır. Bunları Sultan örfi hukukla tayin ederdi bu cezalar fermanlarla halka ilan edilirdi. Mesela para cezaları, diyetin miktarı gibi. (sahte para basmanın cezası, sakal kesmenin cezası, vs.)
Genel olarak Osmanlı Coğrafyası:
Osmanlı Devleti 623 yıl boyunca varlığını sürdürmüştür. İlk 400 yıl boyunca genişlemiş ve en geniş sınırlarına ulaşmış, son 200 yıl içinde ise toprak kaybı yaşamıştır. Yine de Osmanlı Devleti, yıkıldığı donemde bile, Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarında cok geniş bir alana yayılmıştı.
Osmanlı ülkesine “Memalik-i Osmaniye” denirdi. (Osmanlı memleketleri/mülkleri /Osmanlı ülkesi). Memalik-i Osmaniye’nin genişlemesi aşağıdaki şekilde oldu:
1- Ertuğrul Gazi’nin ölümünde Kayı toprakları 5.631 km2
2- Osman Gazi’nin ölümünde (1324) 16.000 km2
3- Orhan Gazi 95.000 km2
4- Yıldırım Bayezid (1402) 430.407 km2
5- II. Murad (1451) 880.000 km2
6- Fatih Sultan Mehmed (1481) 2.214.000 km2
7- Yavuz Sultan Selim (1520) 6.557.000 km2
8- Kanuni Sultan Suleyman (1566) 14.983.000 km2
9- III. Selim (1574) 15.162.000 km2
10- III. Murad (1595) 19.902.000 km2
11- Karlofca Antlasması (1699) sırasında 20 milyon km2’nin uzerinde
Dağılma Donemi: – 1913 yılında: 4.980.000 km2
Bunun kıtalara göre dağılımı: Avrupa: 180.000 km2 Asya: 1.800.000 km2 Afrika: 3.000.000 km2
En Genis Haliyle Osmanlı Toprakları Bugünkü Hangi Ülkeleri / Bölgeleri Kapsıyordu?
A.Avrupa’da:Arnavutluk, Bosna Hersek, Bulgaristan,Hırvatistan’ın bir bölümü, Macaristan, Makedonya ,Moldova, Ukrayna (kısmen), Romanya, Yunanistan, Slovenya’nın bir bolumu,Karadağ, Kosova,Sırbistan,Rusya Federasyonu’nun Kafkas ya’daki topraklarının bir bölümü,Azerbaycan, Gurcistan, Ermenistan (kısmen), Cezayir,
B.Afrika’da:Fas (çok kısa bir donem),Libya, Mısır, Tunus, Sudan ve Etiyopya (kısmen), Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri, Filistin, Irak, Lübnan, Kuveyt, Suriye, Katar, İsrail.
C.Asya’da: Kıbrıs Adası (KKTC-GKRY), Suudi Arabistan, Türkiye, Ürdün, Yemen(1)
Prof. Dr. Çağrı Erhan
(1) http://www.acikders.org.tr/pluginfile.php/3770/mod_resource/content/1/2-hafta.pdf,erişim:13.08.2014