İslam dünyası neden geri kaldı?
Her şeyden önce “İslam dünyası neden geri kaldı?” şeklinde düzenlenmiş bir soru, tarafsız ve önyargıdan arınmış bir soru olma özelliğine sahip değil. Böyle bir soru, iki temel varsayımı öngörmektedir. Bu sorudaki ilk varsayım, “İslam dünyası” olarak tanımlanabilecek bir dünyanın varlığını esas almaktadır. Gerçekten böyle bir dünyadan söz edebilir miyiz? Fas’tan Endonezya’ya kadar uzanan geniş bir coğrafyanın benzerlikleri yanında çok önemli farklılıkları da var. Bu farklılıkların basında rejim ve sistem farklılıkları gibi siyasal farklılıklar yanında; kültürel, ekonomik, fiziksel, teknolojik vs. pek çok farklılıklar göze çarpmaktadır. Tarihsel ve kültürel olarak İslamın bu coğrafyada önemli bir rol oynadığı doğrudur, ama son iki yüzyıldır İslam’ın bu dünyada oynadığı rol konusunda ihtiyatlı olmak gerekiyor. Bugünkü Müslüman dünyada İslam, her halükarda geleneksel dönemde olduğu gibi belirleyici ve baskın bir faktör değildir. Modern zamanlarda bu coğrafyada ortaya çıkan onlarca ulusal devletçik ve bu devletçiklerin başındaki siyaset ve kültür seçkinleri, Müslüman kimliklerini bir tarata atarak Müslüman dünyayı başka bir gezegene taşımayı kendilerine hedef olarak seçmişler ve toplumlarına da bu yönde bir baskı uygulamaya başlamışlardır.
Üstelik bugün ülke, toplum ve dünyaları dini bir kriterden hareketle sınıflandırmak modern bir tanımlama değildir. Geleneksel dünyada din; toplumların kültür, sanat, siyaset ve ekonomik ilişkilerini kendisine göre düzenledikleri belirleyici merkezi bir ölçüttü. Fakat modern toplumlarda din, böyle bir ölçüt olmaktan çıkmıştır; toplumsal ilişkileri ve yapıları seküler siyaset ve ideolojiler belirlemektedir. Nitekim buradan hareketle gelişmiş ülkeler, demokratik ülkeler, gelişmekte olan ülkeler, totaliter yönetimler vs. şeklindeki ayrımlar daha yaygındır. O halde bugün hala geleneksel bir dünyada yaşıyormuşuz gibi dini, bir sınıflandırma ve tanımlama ölçütü olarak alamayız. Ben tümüyle doğru bir tanımlama olmasa bile “İslam dünyası” şeklindeki isimlendirmenin yerine, gerçeğe daha yakın bir kavram olarak “Müslüman dünya”yı ikame etmek gerektiğini düşünüyorum.
İkinci olarak söz konusu soru, “geri kalmışlık” olgusunu bir veri olarak varsaymaktadır. Bu varsayımı da kuşkuyla karşılamak gerekir. İlk olarak geri kalmışlığın göstergeleri olarak kullanan değişkenler, ülke ortalamasından hareketle tespit edilmektedir. Sözgelimi bunların basında gelen kişi başına düşen ortalama yıllık gelir, bir ülkenin gelişmişlik düzeyi konusunda bize fazla bir şey anlatmaz, hatta bu gerçekleri örtbas etmek üzere bir perde işlevi bile görmektedir. Bu değişken, otomatik olarak Müslüman dünyayı zengin dünyanın karşısında yoksul ve geri kalmış ülkeler kategorisine sokar. Oysa Müslüman dünya sadece yoksulların dünyası değildir. Bu dünyada bir de zenginler var. Hatta bu dünyada zengin-yoksul arasındaki uçurum, zengin ülkelerdeki zengin-yoksul arasındaki uçurumdan daha derindir. O halde ülke ortalamasını yansıtan değişkenler, soyut ve gerçekdışı kurgulardan ibarettir.
Geri kalmışlığı şüpheyle karşılamamız gereken bir başka gerçek daha var ve bu gerçek bir öncekinden daha önemlidir. Geri kalmışlık kavramı bu olgunun açıklamasına yönelik bir düşünceyi içinde gizil olarak barındırmaktadır. Buna göre aslında İslam dünyası, içsel nedenlerle kendisi geri kalmıştır, geri kalmışlığının sorumlusu bir başkası değil kendisidir!
Son olarak “İslam dünyası neden geri kaldı?” sorusu, bilinçsizce ama çoğu kez de kasıtlı olarak bugünkü Müslüman dünyanın mevcut haline bakarak, “İslam ile geri kalmışlık” arasında bir bağıntı kurmaya yol açmakta ve buradan hareketle söz konusu manzaradan İslam sorumlu tutulmaktadır. Zaten soruyu bu şekilde vaaz edenlerin de varmak istedikleri sonuç budur. Oysa biraz sonra göreceğimiz gibi söz konusu olgu, sanıldığı gibi sadece bir toplumun kendi iç dinamiklerinden hareketle açıklanabilecek basit ve tek boyutlu bir olgu değildir. İslam ile geri kalmışlık arasında böyle bir ilişki kurmayı haklı kılacak gerekçeler kadar, haklı kılmayacak gerekçeler de ileri sürülebilir.
Şu halde soruyu daha tarafsız ve gerçeğe daha yakın bir şekilde sormamız ve şu şekilde değiştirmemiz gerekir: Dünya ülkeleri ve toplumları arasındaki gelişme farkları, bu arada Müslüman ülkeler ile diğerleri arasındaki farklar (ya da eşitsizlik) nereden kaynaklanmaktadır? Bu soruya ilk önce, gelişme sorunu üzerinde yapılan kuramsal tartışmalar ışığında bir cevap vermeye çalışacağım. Amaç, gelişme sorunsalına nihai bir nokta koymak değildir. Sadece yirminci yüzyılda tartışılan bu temel sorunun ne tür kuramsal açıklamalara yol açtığını özetlemektir. Daha sonra ise gelişme sorunsalı üzerinde Müslüman düşünürlerin ne tür katkılar sağladığını ele almak istiyorum. Bunun için Cezayirli düşünür Malik Bin-Nebi’nin görüşlerini kısaca analiz etmek istiyorum. Bu şekilde geçen yüzyıldan günümüze aktarılan ve hala da bizi uğraştıran temel bir tartışma konusunda, birtakım sonuçlara varmayı amaçlıyorum.
Eşitsiz gelişme: Perspektifler
Ülkeler ve toplumlar arasındaki farklılıklar konusundaki yapılan kuramsal tartışmalar ve analizler genellikle iki soru etrafında dönüp dolaşmaktadır. İlk soru şudur: Gelişme farklılıkları ya da eşitsizliklerini yaratan faktörler, içsel midir yoksa dışsal mıdır? Farklılıkları içsel faktörlerle açıklayan kuramcılar, genellikle “geri kalmışlık” kavramını tercih ederek, bunu söz konusu ülkelerin ve toplumların eksiklikleriyle izah ederler ve geri kalmışlıktan dolayı onları sorumlu tutarlar. Gelişme farklarını dışsal faktörlere bağlayan kuramcılar ise uluslararası sistemin yapısını ve özellikle Batı dünyasının diğer ülkeler ve toplumlar üzerinde olumsuz etki yaratan müdahale ve tasarruflarını eşitsizliklerin kaynağı olarak görürler. Bunlara göre dünyada bir geri kalmışlıktan değil “geri bir aktırılmışlıktan söz edilmelidir.
Aynı konuya farklı bir perspektiften bakan kuramcılar, geri kalmışlık ya da geri bıraktırılmışlık olarak tanımlanan olgunun basit mi yoksa karmaşık bir olgu mu olduğunu tartışmaktadırlar. Gelişme farklarını tek sebeple izah eden kuramcılara göre sorun basit bir sorundur ve gelişmenin yolunu açabilmek için gerilemeye neden olan sebep üzerinde yoğunlaşılmalıdır. Konuya çok sebepli bir bilmece olarak bakan kuramcılar ise bunun karmaşık bir olgu olduğunu, tekyönlü politikalarla geri kalmışlık çemberinin kırılamayacağını iddia ediyorlar. Tek sebepli açıklamalar popülist siyasal ve ideolojik çevrelerde bütün toplumsal kötülükleri çözecek büyülü bir anahtar gibi kullanılmanın yanında yalnız tek bir öğenin genel toplumsal yapı içindeki rolünü aydınlatmak gibi değerli katkılar sağlamakla birlikte, genellemeye gittikleri zaman geçerliliklerini doğrulamak güçleşmektedir. Çok sebepli izahlar ise nereden başlanacağı noktasında ipucu veremedikleri için bazen “her şey her şeyle alakalıdır” şeklinde bir totolojiye dönüşebilmektedir.
Altmışlı yıllara kadar kuramsal yaklaşımlar, azgelişmişliğin sebeplerini söz konusu ülkelerin dahili fiziksel, ve toplumsal koşullarıyla açıklamaya çalışmışlar ve batılı ekonomik gelişme modelini izleme noktasında pek çok toplumsal ve toplumsal olmayan faktörlerin (uygun olmayan fiziksel koşullar; sermaye, modern teknoloji, eğitimli eleman ve yönetici yetersizliği, girişim ruhunun yokluğu, gelenekler vs.) engel çıkardığını ileri sürmüşlerdir. Buna göre gelişme, bu engellerin aşılması; ekonomik büyüme ve modernleşme yoluyla gelişmiş sanayi ülkeleri karşısında mevcut geriliğin giderilmesi olarak tanımlanmıştır. Ekonomik büyüme ile modernleşme arasında koşutluk kuran bu anlayışa göre batılı sanayi toplumlarının maddi ve maddi olmayan kazanımlarının aktarılması bu sorunu kökünden kazıyacaktır.
Zamanla gelişmiş ülkeler ile gelişmekte olan ülkeler arasındaki farklılıkların aşılmak bir yana derinleşmesi, bu kuramsal yaklaşım karşısında şüpheleri artırmıştır. Üstelik bu yaklaşımda, sömürge olsun veya olmasın Batılı ülkelerin azgelişmiş ülkeler üzerindeki etkileri ve bağımlılık ilişkisi dışlanmış ve azgelişmişlik, bir dahili sorun olarak tarif edilmiştir. Modernleşmeci akımlara ve politikalara yönelik eleştiriler, yetmişli yıllarda yeni kuramsal açıklamalara yol açmış ve bu açıklamalarda dikkatler içsel faktörlerden dışsal faktörlere doğru kaymıştır. Başka bir deyişle uluslararası ekonomik ve siyasal ilişkiler mercek altına alınmıştır. Özellikle Batı sömürgeciliği ve emperyalizm, azgelişmişliğin temel sebebi olarak algılanmaya başlamıştır. Daha sonra adından çokça söz edilecek olan Yeni Uluslararası Ekonomik Düzen, Özgüven Stratejisi, Çevre-Merkez İlişkileri, Bağımlılık Kuramı, Emperyalizm Kuramları vs. bu dönemde ortaya atılmıştır.
Bu yeni kuramlara göre, özetle azgelişmişlik; gelişmişlikten soyutlanarak ele alınamaz. Bu iki olgu, bir madalyonun iki yüzü gibidir. Bir yerdeki gelişme otomatikman bir başka yerde az gelişmeye sebep olur. Bu iki olgu arasında sebep-sonuç ilişkisi vardır. Çözüm, çevre ile merkez kapitalist ülkeler arasındaki sömürü ve değer aktarımına dayalı bağımlılık ilişkisinin koparılmasında yatmaktadır. Çevre ülkeler, ancak kapitalist merkez ülkelerden özerkleşerek ve kendilerini yalıtarak gelişebilirler. Bu çözüm tarzı, Soğuk Savaş döneminde sosyalist ideolojinin çekici gücüyle birleşince bir çok Üçüncü Dünya aydını ve genci arasında büyük bir heyecan yaratmış ve dünyadaki ideolojik hareketlilik ve gerginliklerin artmasını beraberinde getirmiştir. Bir yandan Batı sömürgeciliğinin etkisi dışında kalan ülkelerin de azgelişmişlik sorunu yaşaması, diğer yandan da sosyalist deneylerin başarısızlıkla sonuçlanmış olması, azgelişmişliğin suçunu buna rağmen genel gidişat global dünyada, bu dünya ile bütünleşerek gelişmenin sağlanabileceği noktasındadır.Kuramsal gelişmelerde de, dünyadaki gidişata paralel olarak artık tek yanlı ve basit izah tarzları bir tarafa bırakılmış ve yerini karşılıklı etkileşim ve bağımlılık gibi çok yönlü izah tarzlarına bırakmıştır.
Müslüman düşünürlerin kuramsal katkıları
Azgelişmişlik konusunda hemen hemen tüm teorik çalışmalar ve kuramlar Batılı düşünürler ve uzmanlar tarafından ortaya atılmıştır. Bunlar arasında “Üçüncü Dünya”lı düşünür ve teorisyenlerin katkısı az olmuştur. Hatta Üçüncü Dünya ülkelerinde özgün teorilerin üretilememesi bile, Batı’da bu ülkelerdeki azgelişmişliğin bir başka göstergesi olarak karşılanmıştır.Oysa bu soruna da bir başka cepheden bakmak mümkündür. Sorun Batılı olmayan toplumlarda kuramsal düşüncelerin olmadığı sekilinde ele alınamaz. Sorun daha çok Batılı olmayan toplumların düşünürlerinin kendi sorunlarını tanımlama, teşhis etme ve çözme stratejileri ne yeterince ilgi duymamış olması noktasındadır. Gerek sözde yerli aydınlar, gerekse Batılı aydınlar, Batılı bilim ve fikir yaşamına aşırı bir oranda güven duydukları için Batılı olmayan toplumlarda üretilen düşünceler, bir bilinmezliğe doğru sürüklenmiştir. Bu, meselenin Batı dünyasıyla ve kamuoyu ile ilgili olan yanıdır. Bir de buna Batılı olmayan toplumların bilimsel bir düşünce ve gelenek kurma konusundaki yetersizlikleri eklenmelidir.
Batı toplumları düşünce ve bilim yaşamında kümülatif bir bilgi birikimine büyük bir önem vermektedir. Sözgelimi bir konuda yapılan bir doktora çalışmasında, ilk önce söz konusu meselede ne kadar çalışma yapılmış, bunların bir taraması yapılır ve bilinenler özetlendikten sonra, esas çalışmaya geçilir. Esas çalışma ise bilinenlere yeni bir şey eklemek üzere özgün bir çalışma olarak tasarlanır. Böyle bir bilim ve düşünce geleneği, sömürgecilik ve modernizm ideolojileri tarafından Batılı olmayan toplumlarda engellenmiştir. Geçmişe bağlılık ve bir gelenekten hareketle konuşma, bir gericilik işareti olarak görülmüştür. Geri kalmışlık ya da geri bıraktırılmışlık konusunda Müslüman dünyanın ürettiği fikirlerin billurlaştırılmasına ve aktüalize edilmesine bir katkı olmak üzere, bu konuda kendilerine özgü görüş sahibi olduğuna inandığım iki Müslüman düşünürün görüşlerini -daha sistematik çalışmaların yapılması temennisiyle- özetleyerek aktarmak istiyorum.
Said Halim Paşa: Müslümanlar, İslam’ın potansiyellerini neden harekete geçiremediler?
Geçen yüzyılın basında Müslüman dünyanın bir çok meselesini tartışan Said Halim Paşa, geri kalmışlık meselesi hakkında da başlı başına bir risale yazmıştır. Bunun dışında diğer risalelerde de konuya zaman zaman değinmiştir. Tüm Müslüman aydınlar gibi bu konunun onun kafasında da ciddi bir sorun oluşturduğu bu risalelerde açıkça anlaşılmaktadır. “Bugün İslam aleminin her tarafında ıslahat ve ilerlemek, yükselmek ve istiklale kavuşmak meselelerinden başka bir mevzu konuşulmuyor. Halbuki büyük bir hayretle görüyoruz ki, Müslüman milletlerin düştüğü geriliğin mahiyet ve sebeplerinin ne olduğu hakkında, hala derin bir bilgisizlik hüküm sürmekte ve bu bilgisizliğin giderilmesi için hiç bir kimse, ciddi bir şekilde çalışmamaktadır.” Bu tespitle risalesine başlayan Said Halim Paşa, ilk önce sorunun hangi şartlar altında ve kimler tarafından ele alındığını açıklamaktadır. Buna göre İslam dünyasının geriliği, ancak Müslüman milletler yabancı boyunduruğu altına girdikten sonra bütün gerçekliği ve önemi ile ortaya çıkmıştır. Bu sorunu ilk önce onlara hakim olan Hıristiyan milletler görmüş ve bu mesele ile ilgili fikir üretmeye başlamışlardır. Said Halim Paşa, “nesillerden beri çekmekte olduğumuz bir hastalığın farkına varabilmemiz, yabancılar sayesinde olmuştur” diyerek hayıflanmaktadır.
Her ne kadar “geriliğimizi” ilk önce Batılılar keşfetmişlerse de, bu konuda çarpık bir fikir üretmişlerdir. Onlar “Müslümanların geriliğinin İslam şeriatının esasındaki noksanlıktan ileri geldiğini” iddia etmişler. “Onların bu kanaatlerini’ kuvvetlendiren şey. İslam alemindeki hastalığın umumi olmasıydı. Hayret verecek derecede birlik ve genellik gösteren bu hali, bütün İslam milletleri arasında ortak olan bir sebebe bağlamak zaruretini duymuşlardı.” Said Halim Paşa’ya göre Batılıların vardıkları bu sonuç çok yüzeyseldi, fakat bize karşı taşıdıkları hisler ve yanlış inançlar sebebiyle bu fikirler onları tatmin etmeye yetmiştir. Demek ki Batılılar işin gerçeği ile ilgilenmiyorlardı, onlar İslam hakkındaki kendi yanlış inançlarım ve önyargılarını tatmin edecek bir izah getiriyorlardı.
Said Halim Paşa’ya göre Batılıların Müslümanların geri kalmışlık meselesini bir “din meselesi” haline getirmeleri, sadece onların hakkımızda ki yanlış kanaat ve ön yargılarından kaynaklanmıyor. Bunun bir başka yönü daha var. Onların kendi din ve kilise ile ilgili tarihsel tecrübeleri gerekçe de, Avrupalıyı tatmin etse bile Müslümanları tatmin etmez. Batının dini tecrübesi ve dinden uzaklaşması özel bir durumdur. “Bu kadar hususi bir durumdan, bu kadar umumi bir neticeye varmak, elbette büyük bir hatadır. Beşeriyetin tekamül tarihinde bu iddiayı teyid edecek başka bir hadiseye rastlanmaz. Aksine, beşeriyetin dine olan meyli ilerleme fikri ile paralel yürümektedir.”
Said Halim Paşa Batılı izah tarzlarını ve bunun nedenlerini belirttikten sonra, Müslüman dünyanın geriliğini anlamak için iki temel önerme ileri sürmektedir. Bu iki önerme, onun geriliğimizi açıklama ve ona çözümler getirme konusundaki fikirlerinde de etkili olmaktadır.
Birinci önerme şudur: “Bir milletin gerilemesi, ekseriya uzun bir hadiseler zincirinin ve insanlığın genel gelişmesinin, bu cemiyetin içinde ve dışında meydana getirdiği bir çok sebep ve amillerin neticesinde ortaya çıkar.” Bu önerme hakikaten çok külli bir önerme olup, geri kalmışlığın içsel ve dışsal sebepleri olduğu gibi, hiç bir zaman tek bir sebeple izah edilemeyeceğini vurgulamaktadır. Bu görüşleriyle Said Halim Paşa, sanki 20. yüzyılda üretilmiş tüm kuramsal çalışmaları gözden geçirmiş ve buradan hareketle bir senteze varmış gibidir. Onun bu ileri görüşlülüğü gerçekten insanı şaşırtacak ölçülerdedir. O, tek sebepli ve tek yönlü açıklamaları başından reddetmektedir.
İkinci önerme şudur: “Sosyal hadiselerde dini inançların tesiri büyüktür: fakat fertlerin mazisi,karakteri,zihniyeti ve hatta yaşadıkları iklim gibi çok çeşitli faktörlerde bu tesire iştirak ederler. Zaten bir sosyal olayı, sırf din ye mezheple ilgili bir başka hadiseden ayıran da budur “Bu önermesiyle Said Halim Paşa, soyut anlamda din ile toplumsal ve ekonomik olaylar arasında bir bağıntı kurmanın yanlış olduğunu söylediği gibi, bugün din sosyolojisinde önemli bir çıkış noktası olarak kabul edilen bir gerçeğe de parmak basmaktadır. Sadece din toplumu etkilemez, toplumda dini etkiler.”Bir dinin alacağı karakter,bulunduğu muhite bağlıdır. Dinin bir muhitteki tesiri onu izah ve tatbik edecek olan ferdlerin karakterlerine bağlı olması mecburidir. Avrupa Hıristiyan milletleri bu hususu aydınlatacak yeterli bir örnektir.” Burada Said Halim Paşa, şunu demek istemektedir: Geriliğe yol açan din değildir, tam tersine gerilik, dinin yanlış tefsir edilmesine de sebep olmaktadır.
Meseleyi bu şekilde ortaya koyan Said Halim Paşa’nın “İslam dünyası neden geri kalmıştır” sorusunu başka bir şekilde yeniden ortaya atması normaldir. Nitekim o sorunun yanlış sorulduğunun farkındadır ve olması gereken soruyu şu şekilde formüle etmektedir: Acaba Müslüman milletler, dinlerinde bulunan sonsuz nimetlerden ne için istifade edemediler? Ona göre “Şimdiye kadar olduğu gibi, bu suali: “İslam dini, Müslüman milletleri neden Batılı milletler gibi ilerlemekten alıkoymuştur?” şeklinde ortaya atarsak, bu ana kadar işlenile gelen bir hatayı tekrarlamış oluruz. Çünkü böyle bir sual, bu meselenin hallini birtakım metafizik münakaşalarda aramamıza sebep olur. Bu takdirde biz de hadisenin tarihi ve içtimai mahiyetini bırakarak aynı olumsuz neticelere varmaya mecbur oluruz.” Çok erken diyebileceğimiz bir dönemde, Batı-merkezli bir formülasyonun tuzaklarını görmüş olan Said Halim Paşa, bu sorunun bugün halen Müslüman çevrelerde itibar edilen bir soru olduğu bilseydi, herhalde buradan da anlamlı bir teori çıkarabilirdi.
Said Halim Paşa sorunu farklı bir şekilde ortaya koyduktan sonra, Müslümanların kendi dinlerinin potansiyellerini harekete geçirememelerinin ve gerilemeye mahkum olmalarının sebepleri arasında iki tanesini önemsemektedir. Buna göre Müslümanlar hem geçmişleriyle hem de başkalarıyla ya da kendi dışındakilerle yanlış ilişkiler kurmuşlardır. Müslüman milletlerin İslam’dan önceki yaşamları onları öylesine etkilemiştir ki bu onların İslamı değişen şartlara göre tefsir etmelerini engellemiş ve donuklaştırmalarına sebep olmuştur. “Müslüman milletler, mütemadiyen değişmekte bulunan zamanın zaruretlerini dikkate almamış, bu değişmeyle meydana çıkan yeni ihtiyaçların, ancak dinlerini daha yüksek ve daha verimli bir tarzda tefsir ve tatbik etmeleriyle karşılanabileceğini anlayamamışlardır, bu yüzden de gerileyip çökmüşlerdir.” Demek ki gerileme dinden değil, Müslümanların kendi dinlerini zamanın gereklerine göre yorumlayıp ilerlemeleri doğrultusunda tefsir edememelerinden kaynaklanmaktadır. Ya değilse Said Halim Paşa’ya göre “hiç bir dinin, ilerlemek için gerekli şartlara sahip olan bir milleti bu yoldan alıkoymayacağı kesin bir gerçek olarak meydandadır.”
Müslüman dünyanın gerilemesinin ikinci sebebi, “İslam alemi ile Batılı Hıristiyan milletler arasında ortaya çıkan şiddetli ve sönmez din düşmanlığıdır. İşte o düşmanlıktan doğan sonu gelmez savaşlar, Müslüman milletlerin ilerlemesine ve gelişmesine, gözle görülür derecede mani olmuşlardır. Ayrıca karşılıklı nefret, Müslüman milletlerin, süratle gelişmekte olan medeniyeti tanıyıp ondan faydalanmalarına da imkan bırakmıyordu. Halbuki Müslümanların aşağı gördükleri o medeniyet, gitgide gelişerek, Batı milletlerinin üstünlüğünü meydana getirmekte idi.” geçmişi ve ötekilerini reddetmeden, ama “milli” bir çözüm üretmektir. “Her millet, ancak kendi milli esasları sayesinde mutluluğa ulaşacağına inanır. Kendi düstur ve ananelerini bir yana atarak, komşularının esaslarını ve ananelerini kabul etmek hiç birinin hayalinden geçmez.” Milli çözümün özü, geçmişi körü körüne taklit etmek olmadığı gibi ilerlemek adına başkalarını da aynı şekilde taklit etmek değildir. “Hiç duraklamadan gelişme ve ilerlemesini devam ettiren muntazam cemiyetlerin takip ettikleri usul budur.”
Geriliğimizin nedenlerini “geçmişi taklit” ve “başka medeniyetlerle alışverişi engelleyen düşmanlık” olarak tespit eden,Said Halim Paşa, geriliği aşma yolunda benimsenen tutumlara da işaret ederek, bunların da bir eleştirisini yapar. Ona göre geçmişe dönük bir refleks çözüm olmadığı gibi, Batıyı taklit esasına dayalı bir tutum da çözüm değildir. Bir taklitten bir başka taklide geçmek, yine bir bilinçsizlik ve milli olmayan bir bensizlikten bir diğerine geçmek demektir. Japon örneğine işaret ederek, milli ve yerli bir çözümün Avrupa’nın bilim ve teknolojisini benimsemeye yönelik bir stratejiyle birlikte yürüyebileceğine vurgu yapar. Bu çerçevede en önemli ilke, halk ile aydınlar arasındaki ikilemin yerini “gaye birliği”ne bırakmasıdır. Aksi takdirde toplumun beyni ile vücudu farklı yönlerde yürürse, bu, toplumsal yapıyı parçalamak ve kaosa yol açmaktan başka bir sonuç getirmez. Aydın ve halk arasındaki gaye birliği, çözümün en temel direğidir.
Malik Bin-Nebi: İslam Dünyasındaki kaosun içsel ve dışsal nedenleri
Geçen yüzyılın başında doğan ve yüzyılı dolu dolu yaşayan Cezayirli Müslüman düşünür Malik Bin-Nebi, İslam dünyasının sorunlarına genel bir medeniyet perspektifinden bakarak yaklaşım getirmeye çalışır. Ona göre bir medeniyetin üç dönemi vardır: Ruh, akıl ve ibtidailik dönemi. Ruh dönemi kısa süren bir aksiyon dönemidir. Medeniyet bu dönemden akıl safhasına geçerken, aynı zamanda en üstün seviyesine de ulaşır. Uzun süren bir akıl safhasından sonra medeniyet ürünlerini verir ve nihayet ibtidailik aşamasına girer. Bu döneme geçiş en kritik dönem olup, gerileme sürecinin başlangıcıdır.
Bu medeniyet şemasına göre İslam medeniyeti, ruhani dönemin sonuna hicri otuz üçüncü senede, yani Siffin Savaşı’yla gelmiştir. Şam’da başlayan dünyevi akıl devresi aşağı yukarı İbn-i Haldun dönemine kadar sürmüştür. Bu uzun dönemde İslam medeniyeti felsefede, kelamda, fıkıhta, bilim ve tasavvufta en önemli simalarını ortaya çıkarmış ve inkişaf dönemini yaşamıştır. İbn-i Haldun’dan sonra, 14. ve 15. yüzyıldan itibaren İslam medeniyeti ruh ve akıl imkanlarını tüketmiş ve gerilemeye başlamıştır.
Bu çerçeve içinde baktığımızda, Malik Bin-Nebi’ye göre Avrupa yeni bir medeniyet oluşumuna başladığında, İslam medeniyeti gerileme surecine girmiştir. Demek ki Batı’yla karşılaşmadan önce Müslüman dünya yorgun düşmüş, tüm içsel dinamiklerini ve canlılığını yitirmiştir. İşte bu dönemde Batı sömürgeciliği. İslam dünyasına müdahale etmiş ve bu dünyanın geleneksel dengelerim’ altüst ederek bir kaos yaratmıştır. Bu kaos bugün halen şurup gitmektedir.
Malik Bin-Nebi, İslam dünyasının medeniyet aşamalarını bir bir ele aldıktan ve genel bir fotoğraf çektikten sonra, yeni dönemi birbiriyle ilişkileri içinde iki olgu etrafında incelemektedir. Bu iki olgudan biri, onun “sömürülme kabiliyeti” dediği şeydir, diğeri de “sömürgeciliktir. Bu iki olgu bir madalyonun iki yüzü gibidir. Ona göre olayları sebep-sonuç ilişkileri açısından ele alırsak, şu durum karşımıza çıkar. “Gözümüzden kaçmaması gereken bir de tarihsel bir hareket vardır ki onu göremezsek, olayların içyüzlerine değil, ancak zahirine bakabiliriz. Bu hareket, sömürgecilikle değil, sömürülme kabiliyetiyle başlar. O, sömürgecileri davet eder.” Bir başka yerde bu iki olgu arasındaki ilişki konusunda şunları söyler: “Çağdaş İslam dünyasında, çeşitli eylem türlerini engelleyen nedenlere baktığımızda, “sömürülme kabiliyetini doğuran içsel nedenlerin başı çektiğin; görürüz. İşte bu nedenler, onun hareketini sınırlamakta, gelişmesini kösteklemekte, endişe ve çaresizlik aşılayarak anarşi yaratmaktadır.”
Buraya kadar anlattıklarımızı özetlersek: Malik Bin-Nebi’ye göre tarihsel olarak baktığımızda İslam dünyasında gerileme, Batı ile karşılaşmadan önce başlamış ve İslam dünyası “sömürülmeye müsait” bir hale gelmiştir. Bu geri kalmışlığımızın iç nedenidir. Bu iç nedenlerle, dış nedenler; yani sömürgecilik ve bunun olumsuz etkileri birleşince İslam dünyası içinden çıkılmaz fasit bir daire içine girmiştir. Bu fasit daire içinde oluşan psikolojik ruh hali bir çok psikozlar ve efsaneler yaratmaktadır. Bu psikozlar kendini iki şekilde göstermektedir: Bunlardan biri olaylara ciddiyetsiz bir şekilde yaklaşmayı öngören “kolay canım” psikozu, diğeri de olaylara kesin bir karamsarlıkla bakmayı öğreten “imkansız”
– Biz hiç bir şey yapamayız, çünkü cahiliz.
– Biz bunu başaramayız, çünkü yoksuluz.
– Biz bu işe kalkışamayız, çünkü sömürgeyiz.
Bu olguları uzun uzadıya inceleyen Malik Bin-Nebi, çözüm noktasında şu tespitlerde bulunmaktadır: O halde “sömürgecilik”, bizatihi hareket ve fiillere engel olduğu zaman bir gerçek, fakat aslen var olan sömürülmeye uygun olma kabiliyetini gizlemeye yarayan bir örtü olarak kullanıldığında bir bahaneden ibarettir. Demek ki İslam ülkelerindeki akli tembelliğin ve sefaletin ilk nedeni, sömürgecilik değildir. Bir politikacı gözüyle değil, bir sosyolog gözüyle baktığımızda sömürgeciliğin etkilerinden kurtulmak için öncelikle onun “nedeni”nden, “sömürülme kabiliyetinden kurtulmamız gerekir.”
Malik Bin-Nebi’ye göre sömürgecilik, bir yerde geri kalmışlığımızın dışsal nedeni olduğu ve onu görünür bir hale getirdiği gibi, “sömürülme kabiliyeti”yle çatışma yaratan bir ruh hali yaratması bakımından sömürgeci ve sömürülenin niyetlerinin dışında bir başka eylemin de ateşleyicisidir. Onun sözleriyle: “Sömürgeciliğin dayandığı sömürülme kabiliyeti, sömürülenin vicdanında kendini ret düşüncesine dönüştürür ve bu düşünceyle sömürülmekten kurtulmaya çalışır. Yarım asırdan fazla zamandır, İslam dünyasının tarihi, bu zıtlığın tarihsel gelişimine tanık olmaktadır. , Sömürgecinin istemeyerek soktuğu bu zıtlık, sömürülme kabiliyetini” besleyen faktörlerin reddedilmesine yol açmıştır.”
İslam dünyasındaki toplumsal hareketleri, gelecek perspektifleri açısından ele alan Malik Bin-Nebi, yüzeysel bir akım olarak Yenilikçiler (Modernistler) karşısında Islahatçı hareketleri tercih eder. Birinciler, Batı okullarında eğitim görmüş bir sosyal sınıf tarafından temsil edilmektedir. Bunlar geçmişi inkar temelinde Batı’ya açılmayı savunurlar. Bu anlamda sömürgecilerin yapmak istediklerinin uzantısında bir işlev görürler. İkinciler ise Müslümanların vicdanıyla irtibat halinde ve tarihsel bir sürekliliğe sahiptir. Gerek geçmişten gerekse sömürgecilikten kaynaklanan geriliğin veya geri bırakılmışlığın içsel ve dışsal sebepleriyle, bunlar daha sağlıklı bir mücadele verebilirler. Dolayısıyla geleceği inşa etme ve yeni bir gelecek kurma görevi, Islahatçı hareketlerin elinde olmalıdır.
Sonuçlar
Gerek Batı’da geliştirilen kuramsal açıklamaları gerekse Müslüman dünyanın biraz önce ele aldığımız iki önemli düşünürünün analizlerinden hareketle bir takım sonuçlar çıkarmak gerekirse, şu noktalar üzerinde geniş bir toplumsal ve fikri uzlaşma sağlanabileceği kanaatindeyim.
“İslam dünyası neden geri kaldı?” şeklindeki soru, tartışmaya açık birtakım varsayımlarıyla taraflı ve çarpık bir sorudur. Soru şeklinin değiştirilmesi gerekir. Aksi taktirde geri kalmışlık veya geri bıraktırılmışlık sorunu bir “din sorunu” olarak ele alınmaya devam edilecektir.
Müslüman dünyanın ve medeniyetin izlediği gelişim çizgisi, Batı’nınkinden farklıdır. Bu iki çizginin farklılıkları dikkate alınmadan yapılacak olan kıyaslamalar, Batı-merkezli formülasyonların tuzaklarına düşmemize sebep olacaktır.
Müslüman dünyanın geri kalmışlık sorunu da dahil olmak üzere tüm sosyal-ekonomik ve politik sorunları Batı’yla karşılaşmadan önceki ve sonraki durumuyla ele alınmalıdır. Böyle bir ayrım, sorunların mahiyet ve sebeplerini anlamada bize yardımcı olacaktır.
Geri kalmışlık ve geri bıraktırılmışlık aynı sorunun iki yüzü mahiyetindedir. Bu sorunun ortaya çıkmasında hem içsel hem de dışsal sebepler rol oynamaktadır. Bu nedenle Batı ile ilişkiler diyalektik bir ilişki içinde ele alınmalıdır.
Din faktörü başta olmak üzere geri kalmışlık ya da geri bıraktırılmışlık çok sebepli izahlar gerektiren kompleks bir olgudur. Bunun basite indirgenmesi, kolaycı, slogancı ve klişevari bir düşünce tarzının ürünüdür. Bu düşüncelere itibar etmemek gerekir. Bilhassa din, sadece etkileyen bir faktör olarak değil, etkilenen bir faktör olarak da tartışmalarda dikkate alınmalıdır.
Müslüman dünyanın sorunlarına teşhis koyma ve çözüm getirme sürecinde sadece yerli ve yabancı kaynaklardaki kuramsal tartışmalar değil, yaşadığımız iki yüzyıla yakın deneyimlerde dikkate alınmalıdır. Bilhassa yerli düşünürlerin görüş ve düşünceleri, en az yabancı düşünür ve teorisyenlerinki kadar akademik araştırma ve eğitimde dikkate alınmalıdır.