Osmanlı Devleti’nin Kuruluş ve Olgunlaşma Süreci

Kökenler ve Tarihî Bağlam
Tarih sahnesine bir uç beyliği olarak çıkan Osmanlıların kuruluş süreci, konuya ilişkin kaynakların yetersizliği veya bu kaynaklar arasındaki bazı çelişkili ifadeler yüzünden farklı yorumlara sebebiyet vermiştir.[1] Bu farklılıklar daha çok “kurucu çekirdek”in mahiyeti üzerinde yoğunlaşmış olup Beyliği kuranların veya kuruluşta en önemli rolü oynayanların kabilevî bir topluluk mu, gaziler mi yoksa başka gruplar mı oldukları tartışılmıştır. Bu bağlamda, Osman Bey ve atalarının, ülkemizde genel kabul gören tezde olduğu gibi Kayı boyundan gelip gelmedikleri de tartışma konusudur.[2]
Tartışmanın bir başka boyutu da Osmanlı Beyliğinin kuruluş ve büyüme sürecinin hangi tarihî çerçevede ele alınması gerektiği hususundadır. Bu konuda yaygın kanaat, Köprülü’nün ortaya koyduğu şekilde, meselenin 13-14. yüzyıllar Anadolu tarihi içerisinde değerlendirilmesi gerektiğidir.[3] Anadolu Selçuklularının Moğol egemenliğine giriş süreci, bu süreç içerisinde zamanla merkezi otoritenin zayıflamasına paralel olarak beyliklerin ortaya çıkması, İlhanlılarla Memluklar ve Altın-Ordu arasındaki rekabetin Anadolu’daki siyasi sürece etkileri, Moğol istilası ile Anadolu’ya vuku bulan göç hareketleri ve bunların doğurduğu neticeler, Bizans’ın zayıflaması vs. bahsedilen ortamın çeşitli yönleridir. Bu bağlamda kuruluş sürecinin sadece Anadolu geleneği çerçevesinde değil, daha geniş bir coğrafi çerçevede (Karadeniz bölgesi ekseninde) ele alınmasının daha verimli sonuçlar doğurabileceğini, zira İlhanlı-Altın-Ordu rekabetinin Kuzey-Batı Anadolu’daki gelişmeleri etkilediğini ileri süren C. Heywood’un -Osmanlıların kökeni hakkındaki tartışmalı görüşleri bir yana- meseleyi bu daha geniş çerçevede değerlendirmek gerektiği yönündeki kanaati de sanırım yabana atılmamalıdır.[4]
Bilindiği gibi Osmanlıların Kayı boyundan geldiklerini ifade eden eserler 15. Yüzyılda ve özellikle Fetret devri sonrasında kaleme alınmış olup Osmanlıların hanlık iddia edebilecek bir şecereye sahip bulunmadığını ileri süren Timurlulara karşı Orta Asya Türk-Moğol geleneklerine uygun bir meşruiyet zemini yaratma çabasının ürünü olarak yorumlanmışlardır.[5] II. Murad döneminde kuvvetle önem verilen Kayı Boyu bağlantısına rağmen 15. Yüzyılın ikinci yarısında yazılan kroniklerin bir kısmında Osmanlılar Kayı ve babası Gün Han yoluyla Oğuz Kağan’a bağlanırken diğer bir kısım kronikte Kayı ve Gün Han’dan bahsedilmeyişi ve Osmanlıların atalarının Gök Han yoluyla Oğuz Kağan’a bağlanması da Kayı boyuyla Osmanlı ilgisini reddedenlerin dikkati çektikleri hususlar arasındadır.[6]
Köken meselesi dışında çekirdek beyliğin niteliği hususunda iki ana görüş dikkati çeker: gazi ve kabile tezleri. P. Wittek’in ortaya attığı ve genel kabul gören görüşe göre Osmanlı Beyliği bir gazi beyliği olarak kurulup gelişmiştir. Köprülü ise gazilerle birlikte Beyliği oluşturan diğer sosyal-siyasi gruplara da dikkat çeker. Wittek’in gaza tezinin dayandığı temellerin çürük olduğunu, bunların daha sonraki dönemin ideolojisinin geçmişe yansıtılmasından başka bir anlam taşımadığını ileri süren Lindner ise Osmanlı Beyliğinin kabilevî bir çekirdekten geliştiğini, ancak sınırlar genişledikçe yerleşik toplum ve devletin gerektirdiği yapılara ihtiyaç duyulduğundan kabilevî unsurların giderek arka plana atıldığını ve sonuç olarak Osmanlıların giderek köken olarak mensup bulunduklara kabilevî gruplara yabancılaştıkları tezini savunur.[7] Ne olursa olsun, Osmanlıların en azından Orhan Bey zamanından başlayarak yerleşik bir toplum yapısının özelliklerine uygun bir siyasi-idari kurumlaşma sürecine girdikleri muhakkaktır. Yukarıda bahsedilen konuların ayrıntılarına girmeden bu süreçte ön plana çıkan etkenleri, büyük ölçüde Köprülü, Wittek, İnalcık, Lindner, Kafadar vb. tarihçilerin konuya ilişkin çalışmalarına dayanarak kısaca ortaya koymaya çalışacağız.
Kuruluş ve Büyüme Sürecinin Dinamikleri
Bu çerçevede erken dönemden başlayarak Osmanlıların giderek güçlenmesini sağlayan en önemli faktörleri şu şekilde özetleyebiliriz:
-Siyasî ortam: İlhanlı egemenliğinin yerleşmesi, Selçuklu Devletinin zayıflaması, beyliklerin ortaya çıkması, Bizans’ın merkezî otoritesinin zayıflaması, Balkanlarda siyasî parçalanmışlık ve çeşitli devletler arasındaki rekabetler. Bu ortamda beyliklerin giderek bağımsızlaşmaları.
-Uç boyunda yer alan Osmanlı topraklarının gaza, fetih veya ganimet peşindeki gruplara veya merkezî Anadolu’da İlhanlı baskısından kaçan kişilere cazip imkanlar sunması.
-İlk Osmanlı beylerinin siyasî ve askerî dehaları; gerek Bizans’ın gerekse Karesi gibi komşu beyliklerin iç çekişmelerinde yararlanarak ve bu çerçevede evlilik politikası dahil çeşitli araçları ustaca kullanarak topraklarını ve/veya nüfuzlarını genişletmeleri.
-Beyliğin büyümesine paralel olarak isabetli kurumsal düzenlemeler yaparak merkezî bir devlet kurma hedefine yönelmeleri ve bu amaç için hakimiyetin bölünmezliği ilkesini benimseyip Türk-Moğol devlet geleneğinden bir ayrılış olarak niteleyebileceğimiz ‘kardeş katli’ ilkesini getirerek ülke topraklarının hanedan üyeleri arasında bölüşülmesine ya da ortaklaşa yönetilmesine izin vermemeleri.
-Rumeli’nin fethi sürecinde giriştikleri iskân siyaseti; Anadolu ve Rumeli’deki toprak kazançlarının birbirini destekleyici özelliğinin farkında olarak dengeli bir genişleme politikası izlemeleri. Bu noktada özellikle şunu vurgulamak gerekir: Osmanlılar, Balkan fetihlerinin kazandırdığı itibar sayesinde Anadolu Beyliklerine karşı “gaza önderleri” rolünü ileri sürerek ideolojik bakımdan üstünlük sağlamışlar ve bu beyliklerin Balkan seferleri sırasında Osmanlıları ‘arkadan vurması’ yüzünden onlara karşı yaptıkları askerî harekatı ‘gazaya engel olana karşı savaşmak en büyük gazadır’ formülüyle meşrulaştırmışlardır.
-Müslüman olmayan tebaaya uygulanan istimalet (gönül kazanma) ve hoşgörü siyaseti, fethedilen yerlerin imar ve iskânında vakıf kurumunun etkin bir biçimde kullanılması; İnalcık’ın aşamalı fetih siyaseti olarak tanımladığı olgu çerçevesinde, Osmanlı-öncesi mahallî beylerin-Hıristiyan dahi olsalar- Osmanlı askerî[yönetici] tabakasına entegre edilmesi ve zamanla asimile edilmeleri veya etkisizleştirilmeleri.
-Kurumlaşma sürecinde, yine aşamalı fetih usulünün bir yansıması olarak, Osmanlı-öncesi gelenek ve uygulamalar ile komşu ve çağdaş beylik/devletlerden ele geçirilen topraklarda var olan uygulamaları, yerel özellikleri kâle alan bir yönetim sisteminin yerleştirilmesi.
Bu listeyi daha da uzatmak ve söz konusu süreci daha somut bir biçimde ortaya koymak mümkündür, ancak biz burada genel bir değerlendirme ile yetinmeyi uygun buluyoruz. Bir noktanın altını kalınca çizmek konunun geniş bir perspektif çerçevesinde anlaşılması bakımından gerekli görünüyor: Yukarıda çizilen tabloda yer alan unsurların sadece Osmanlılara özgü olduğu gibi bir izlenim vermek istemiyoruz. Hiç şüphesiz, daha önceki devirlerde veya siyasî oluşumlarda bunların benzerlerini görürüz. Osmanlılar bağlamında vurgulanması gereken nokta şudur: Onlar, öteden beri uygulanan veya bilinen birtakım politika ve yaklaşımları kendi tecrübelerine yansıtırken mevcut duruma uygun sentezlere gidebilmişlerdir. Yine, Osmanlı Beyliğinin diğer beyliklere göre coğrafî bakımdan gelişmeye açık bir konumda bulundukları tespitinden yola çıkarak, onların tarihin ve coğrafyanın sunduğu imkânları değerlendirmelerini, yani tarihin inşasına yaptıkları aktif müdahaleyi de görmezlikten gelemeyiz.
Osmanlı Düzeninin Temelleri
Osmanlıların Anadolu ve Rumeli’de kurdukları düzen, Anadolu Selçukluları, İlhanlılar, Bizans, Beylikler dönemlerinden/devletlerinden unsurlar tevarüs edilerek oluşturulmuş yeni bir sentezdir. Gerçekten de, meseleyi gerek siyasî-idarî kurumlar gerekse sosyal-ekonomik yapı seviyesinde ele aldığımızda, geçmiş tecrübelerin yanında mevcut uygulamaları da dikkate alan Osmanlıların bütün bu etkileri yeni bir senteze dönüştürme çabası içinde oldukları anlaşılır. Örnek vermek gerekirse, Osmanlı düzeninin iki temel kurumu olan kul ve timar sistemlerinin Osmanlı icadı olmayıp gelenekten devralındığı iyi bilinmektedir. Bununla birlikte, her iki kurumda da Osmanlı-öncesi benzerlerine/öncüllerine nazaran farklılaşmalar gözlenebilmektedir. Mesela, aksine bazı iddialar varsa da, devşirme yöntemiyle kul sistemine adam kazandırmanın bir Osmanlı yeniliği olduğu genellikle kabul edilmektedir. Yine Osmanlı devlet düzeninde, kul kökenli kişiler çok etkili mevkilere yükselseler de, Memluklarda olduğu gibi devlet başkanlığına gelmeyi hayal dahi edemezler veya Anadolu Selçuklularında olduğu gibi kendi kullarına sahip güçlü bir konumda bulunamazlardı. Öte yandan, klasik Osmanlı timarının, Selçuklu dönemi ikta sistemi ile karşılaştırıldığında, gerek dirliklerin yapısı gerekse dirlik sahiplerinin yetki ve etkileri bakımından merkeziyetçiliği ağır basan bir devlet yapısına daha uygun düştüğü kanaati genel olarak paylaşılmaktadır.
Kısacası Osmanlılar, geleneğe, örfe, yerleşik kanun ve uygulamalara (Osmanlı ifadesiyle kanun-ı kadim’e) saygı göstermiş, tedricî bir fetih ve yerleşme siyaseti, adalet, kamu düzeninin sağlanması vb. esasları dikkate alan bir yönetim anlayışı ve timar, kul-devşirme, vakıf vb. kurumlar ile bir dünya imparatorluğunun temellerini atmışlardır. Bunu yaparken geleneğe körü körüne bağlılıktan ziyade onun gücünden yararlanmayı esas alan bir yaklaşımı benimsemişlerdir. Gerek ideolojik temeller gerekse kurumsal yapılar bakımından zamana göre gerekli değişiklik veya iyileştirmeleri yapmaktan geri kalmamışlardır. Bu bakımdan Osmanlı ideolojisini ve kurumlarını donmuş veya kalıplaşmış varlıklar olarak görmek doğru değildir.
Sonuç
Osmanlı Devleti, 15. yüzyılın ikinci yarısında artık bir dünya imparatorluğuna dönüşmüş ve Anadolu Selçuklularının varisliğine Roma’nın varisliğine de eklemiştir. Bu noktadan itibaren İslam dünyasının en önemli siyasî gücü olma yoluna giren Osmanlılar, gerek Şiî Safevîlere karşı yürüttükleri mücadelenin gerekse Mısır’ı ele geçirip Kutsal Toprakların koruyuculuğunu elde etmelerinin sonucunda Sünnî İslam dünyasının lideri konumuna da yükselmişlerdir. Siyasî düzlemde meydana gelen bu değişimin idarî, sosyal, iktisadî ve kültürel alanlarda da yansımaları olduğu muhakkak.
Sonuç olarak, bir uç beyliğinin cihan imparatorluğuna dönüşümünün, Cengiz, Timur, Attila vb.den çok daha farklı tarihî şartlarda, tedricî bir surette, sağlam temellere dayalı olarak gerçekleştiğini ve, bu dünya devletinin, tam da bu özelliklerinden dolayı dünya siyasetine daha uzun bir süre yön verdiğini söyleyebiliriz.

* Mehmet Öz, Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü.

[1] Kuruluş meselesi hakkında Gibbons’tan başlayıp Köprülü ve Wittek’le devam eden ve 1980’lerde R. P. Lindner ile yeniden ateşlenen tartışmaların genel bir değerlendirmesi, Cemal Kafadar’ın, Türkçesi Yapı Kredi yayınları arasında çıkacak olan şu eserinde yapılmıştır: Between Two Worlds-The Emergence of the Ottoman State, Berkeley, Los Angeles, Londra, 1995[Kısa bir tanıtımı için bkz. Mehmet Öz, “Bir Cihan İmparatorluğunun Doğuşu ve Gelişimi”, Kebikeç, 4/7-8(1999), ss.13-16].
[2] Osmanlıların kökeni ile ilgili değişik rivayetler M. F. Köprülü tarafından tartışılmıştır; Köprülü, toponimik verilerin de yardımıyla Osmanlıların Kayı Boyuna mensubiyetinin uydurma olduğu tezini inandırıcı bulmaz: “Osmanlı İmparatorluğu’nun Etnik Menşei Meseleleri”,………..
[3] M.F.Köprülü, Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu, İstanbul, 1981???
[4] “Filling the Black Hole: The Emergence of the Bithynian Atamanates”. Heywood’un bu makalesinin Türkçe çevirisi Yeni Türkiye Dergisi’nin 700. Yıl münasebetiyle hazırladığı Osmanlı kitaplarında yayınlanacaktır.
[5] Osmanlı Beyliğinin kurulduğu sırada Anadolu’da Türkmen aşiretlerinin oynadığı rolün farkında olan P. Wittek gibi tarihçiler bile Kayı Boyu hikayesinin bir meşruiyet arayışı sonucunda ortaya atılan uydurma bir hikaye olduğunu ileri sürmüşlerdir. Krş. P. Wittek, Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu,
[6] II. Murad devrinden önce yazılan ve Osmanlıları gaziler olarak niteleyen Ahmedî’nin Destan ve Tevârih-i âl-i Osman adlı manzum eserinde onlarla beraber Oğuz ve Gök Alp’den pek çok kişinin bulunduğunun yazılması da ilginç bir husus olarak görülmelidir: Yay. Atsız, Osmanlı Tarihleri, içinde, ss.
[7] R. P. Lindner, Nomads and Ottomans in Medieval Anatolia, Bloomington, 1983. Gaza tezine karşı eleştiri yöneltenler arasında Lindner’in önemi alternatif bir açıklama getirmesinde aranmalıdır. Ancak, diğerleri gibi onun da gaza tezine yönelttiği tenkitler “gaza” kavramının yanlış, tarih-dışı ve kitabî bir tanımını esas almaktadır ve bu bakımdan Kafadar’ın yukarıda anılan eserinde haklı olarak eleştirilmiştir.

http://www.zafersen.com/,erişim.20.08.2011

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir